Kıymetli Dostlar Evlilikte aranacak ilk şart, “dindarlık”tır. Nitekim Allah Rasûlü
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- de kızı Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’yı
Hazret-i Ali radıyallâhu anh-’a nikâhlarken dindarlık ve güzel ahlâkın, maddî
imkânlardan daha önemli olduğunu bizzat yaşayarak göstermişlerdir.
Yaratılış hikmetlerine binâen hanımlar, ulvî
bir vazife olan anneliğin gerektirdiği müstesnâ bir duygu derinliği ile
donatılmışlardır. Bu yüzden çok hissî ve nâzik varlıklardır.
Maddî yapıları da erkeğe göre daha zayıftır.
Toplum hayatında, bir erkek kadar dirençli ve kuvvetli değildirler. Kazanç ve
geçim noktasında da ekseriyetle kocalarına tâbî durumdadırlar.
Bu bakımdan nikâh rûhâniyeti altında meşrû
bir âilenin temelleri atılırken hanımların bu zayıflıklarına mukābil, onlara
Cenâb-ı Hak tarafından özel bir ikrâm olarak “mihir” hakkı lutfedilmiştir.
Aziz Dostlar Bilindiği üzere mihir, bir
hanımla evlenmek isteyen erkeğin, o kadının şahsına, kadının isteği ve
kendisinin imkânları nisbetinde ödediği bir nevî “evlilik teminâtı veya ikrâmiyesi”dir. Kadın, bu mihirle boşanma
veya ölüm gibi durumlarda belli bir müddet de olsa kendi ihtiyaçlarını
karşılayacaktır.
Mihir, başlık parası değildir. Çünkü başlık
parası, kadının baba veya velîsine ödenirken; mihir, kadının bizzat kendisine
ödenmektedir. Zaten İslâm’da başlık parası diye bir şey de yoktur! Mihir, maddî
ve dünyevî bir teminattır
Lâkin bütün insanlığın asıl ve en büyük
ihtiyacı, âhirette fayda verecek mânevî teminatlaradır. Maddî imkânın
verilmesindeki gâye de, kadının mânevî hayatını korumak, yani iffet vasfını ve
hanımlık haysiyetini muhâfaza etmektir.
Bu bakımdan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu
aleyhi ve sellem- nikâhta imkânı olanların hem maddî, hem de mânevî mihirler
ile kadınların haklarını teslîm etmelerini tavsiye etmişlerdir. Fakat maddî
imkânsızlık durumunda, hâlet-i rûhiyesi müsâit olan takvâ ehli hanımlara da,
dünyevî bir metâdan ziyâde, uhrevî bir kazanç olacak bir mihre râzı olmalarını
telkîn etmişlerdir.
ASR-I SAADETTE BİZE DERS VEREN
BİR DÜĞÜN
Asr-ı saâdette yaşanan şu hâdise, bunu ne
güzel îzah eder:
Bir kadın, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e müracaat
ederek kendisini “hibe”etmek
sûretiyle O’nunla evlenmek istediğini bildirdi. Allah Rasûlü’nün sessiz kalması
üzerine de, ashâb-ı kiramdan biri çıkıp bu kadına tâlip oldu. Peygamber
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tâlip olan sahâbîye:
“–(Mihir olarak)
verebilecek neyin var?” buyurdu.
Sahâbî:
“–Hiçbir şeyim yok!..” dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Git, basit bir
yüzük bile olsa bul, gel!” buyurdu.
Adam gitti, bir müddet sonra tekrar geldi:
“–Vallâhi yok, hiçbir şey bulamadım, basit
bir yüzük bile… Ama şu izârım (elbisem) var, yarısı onun olsun.” dedi.
Adamın belden yukarısını örtecek bir elbisesi
bile yoktu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bir tek izârınla ne yapabilirsin ki?! Onu
sen giysen, bundan kadına bir şey kalmaz, o giyse sana bir şey kalmaz!..” buyurdu.
Adam oturdu. Bir hayli oturduktan sonra
nihâyet ayağa kalktı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu
yanına çağırdı. Kendisine:
“–Ezberinde Kur’ân’dan ne var?” buyurdu. O da:
“–Şu sûre, şu sûre var.” diye ezberindeki
bütün sûreleri saymaya başladı. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi
ve sellem-:
“–Kur’ân’dan
ezberlerine karşılık, onu sana nikâhladım.” buyurdu.
(Buhârî, Nikâh, 49)
Bu kıssadan çıkarılabilecek iki ehemmiyetli
ders bulunmaktadır
Birincisi, bir hanım sahâbînin Allah
Rasûlü’ne olan muhabbet, bağlılık ve teslîmiyetidir. Çünkü bu muhabbet ve
bağlılık, onu hiçbir maddî karşılık beklemeden kendisini Allah Rasûlü’ne “hibe” etmeye kadar götürmüştür.
Bilindiği gibi Cenâb-ı Hak, -sadece
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mahsus olmak üzere- kendisini
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hibe eden kadınlarla evlenmesine izin
vermiştir. Bu mevzûdaki âyet-i kerîme şöyledir
“Ey Peygamber! Mihirlerini verdiğin hanımlarını, Allâh’ın Sana
ganimet olarak verdiği ve elinin altında bulunan câriyeleri, amcanın, halanın,
dayının ve teyzenin Sen’inle beraber göç eden kızlarını Sana helâl kıldık. Bir
de Peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde, kendisini Peygamber’e hibe
eden (bağışlayan) mü’min kadını, diğer mü’minlere değil, sırf Sana mahsus olmak
üzere (helâl kıldık)…” (Ahzâb,
50)
Bu âyet-i kerîme mûcibince, kendisini Allah
Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hibe edecek kadar O’nu çok seven bu
hanım, Allah Rasûlü’nün sükûtu ile karşılaşmıştı. Şüphesiz ki bu sükût da, o
hanımın hassas yüreğini yaralamamak içindi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in
bu sessizliğini dikkate alan, ashâb-ı kiramdan bir zât, Allah Rasûlü’nden izin
isteyerek bu hanıma tâlip oldu. Burada yine o gönlü yüce hanımın, Peygamber
Efendimiz’e ne büyük bir teslîmiyet hâlinde olduğu görülmektedir. O, Allah
Rasûlü’nün müsaade ve teşvik etmesini, kendisi için âdeta bir emir telâkkî
etmiş ve bu fakir sahâbî ile evlenmeye râzı olmuştur.
Değerli Dostlar Kıssadaki ikinci ehemmiyetli
nokta ise, bu hanımla evlenmeye tâlip olan şahsın, dünyevî bakımdan hiçbir şeye
mâlik olmamasıdır. Hattâ basit bir yüzüğe bile Maddî yönden bu kadar sıkıntıda
olan birisi ile evlenmek, bir hanım için, hele günümüz şartlarında “akıl ve mantık dışı” gelebilir. Çünkü günümüzde herkes,
kendi dünyasını garantiye almak peşindedir. Evi, arabası, iyi gelir getiren bir
işi olmayan bir erkek, ne kadar sâlih bir kimse olursa olsun, müracaat ettiği
pek çok kapıdan geri çevrilebilmektedir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-:
“Dîninden ve ahlâkından hoşnut olduğunuz
birisi size geldiğinde ona kızınızı nikâhlayınız. Şâyet böyle yapmazsanız,
yeryüzünde fitne ve fesat çıkar.” buyurmuştur.
Bunun üzerine ashâb-ı kirâmın:
“–Yâ Rasûlâllah! Şâyet onda fakirlik ve soy
düşüklüğü (kimsesizlik, gariplik veya mâruf bir sülâleden olmama durumu)
varsa?” şeklindeki sorularına da yine:
“–Dîninden ve ahlâkından hoşnut olduğunuz
birisi size geldiğinde ona kızınızı nikâhlayınız. Şâyet böyle yapmazsanız,
yeryüzünde fitne ve fesat çıkar.” buyurmuş
ve bu sözü üç defa tekrar etmiştir.
Yani evlilikte aranacak ilk şart, “dindarlık”tır. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi
ve sellem- de kızı Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu
anhâ-’yı Hazret-i Ali -radıyallâhu
anh-’a nikâhlarken dindarlık ve güzel ahlâkın, maddî imkânlardan daha önemli
olduğunu bizzat yaşayarak göstermişlerdir
Kıssada bahsedilen o mübârek hanım sahâbî de,
müstakbel beyinin fakr u zarûret içinde olduğunu bile bile onunla evlenmeye
rızâ göstermiştir. Çünkü evleneceği sahâbî, Kur’ân-ı Kerîm okumayı bilmekte ve
bunu kendisine öğretmeyi kabul etmektedir.Yani o hanım sahâbî, kendisini dünyevî olarak
değil, uhrevî olarak teminat altına alabilme gayreti içinde idi.
Çünkü o mübârek hanım, dünyanın geçici
olduğunu, bu dünyada rahatlık içinde yaşasa da, âkıbet, kendisini ölüm ve
âhiretin beklediğini bilmektedir. O âhiret yurdu ki, orada tek geçer akçe, îman
ve sâlih ameldir.
Bu hanım sahâbî de, önce hiçbir dünyevî
karşılık beklemeksizin kendisini Allah Rasûlü’ne hibe etmeyi düşünmüş, ardından
da O’nun işaretiyle yine hiçbir maddî talepte bulunmaksızın Kur’ân öğrenmeyi mihir
olarak kabul etmiştir.
Ten rahatlığı ve nefsâniyet planında bir
hayatı arzulayanlar, bu hanımın nikâh esnâsında gösterdiği fedâkârlık ve
teslîmiyet anlayışını, tuhaf ve acâyip karşılayabilirler. Çünkü günümüzde
bilhassa rûhânî ve mânevî kıymet hükümleri tepetaklak olmuş ve bâzı çarpık
bakış açıları toplumda iyice kök salmıştır.
Bundan dolayıdır ki, fedakârlık unutulmakta,
hattâ enâyilik olarak görülmektedir. Böyle mâneviyattan uzak ve materyalist
temellere oturan bir düşüncenin, uhrevî saâdet bakımından doğru hükümler
vermesini beklemek zordur.
SUAL: YÜKSEK MİKTARDA MİHİR İSTENİR
Mİ?
Diğer taraftan, misâlimizdeki hanım sahâbînin
gösterdiği fazîlete bakarak bütün hanımların, mihir gibi en önemli haklarından
birisinden vazgeçmelerini beklemek de doğru değildir.
Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- devrinde yaşanmış şu
hâdise, meseleye farklı bir açıdan da bakmayı îcâb ettirmektedir:
Hazret-i Ömer’in halîfelik yıllarında
hanımların yüksek miktarlarda mihir talep etmeye başlaması sebebiyle birçok
insan evlenemez hâle gelmişti. Bu husustaki şikâyetler üzerine, Halîfe Hazret-i
Ömer, kânunî bir düzenleme yapma ihtiyacı hissederek Rasûlullâh’ın minberine
çıktı ve:
“–Görüyorum ki kadınlar, çok yüksek mihirler
istiyorlar. Bu da evlenmeyi zorlaştırıyor. Ben, mihrin 400 dirhemden fazla
olmasını uygun bulmuyorum!..” dedi.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- daha sözünü
tamamlamamıştı ki, dinleyen cemaat arasından Kureyşli bir hanım îtiraz ederek:
“–Ey halîfe! Senin buna hakkın yoktur! Allah
Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde mihir için herhangi bir üst sınır tâyin etmemiştir. O
hâlde sen, nasıl olur da kadınların mihirlerini 400 dirhemle
sınırlandırabilirsin?” dedi ve ilgili şu âyet-i kerîmeyi okudu
“Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz,
onlardan birine yüklerle mihir vermiş olsanız dahî ondan hiçbir şeyi geri
almayın. Siz iftira ederek ve apaçık günah işleyerek onu geri alır
mısınız?” (Nisâ, 20)
DİLEYEN HANIM DİLEDİĞİ KADAR MİHİR TALEP
EDEBİLİR
Kadının bu haklı îtirâzı ve âyet-i kerîmeden
getirdiği delil, Hazret-i Ömer’i yaptığı hatadan geri döndürmeye yetti. Tekrar
minberden şu târihî hitapta bulundu:
“–Allâh’ım, beni bağışla! Bütün insanlar
Ömer’den daha âlim!.. Ey insanlar! Ben size 400 dirhemin üzerindeki mihri
yasaklamıştım. Artık dileyen dilediği kadar mihir vermekte serbesttir.” (İbn-i
Hacer, Metâlib, II, 4, 5)
Bu kıssada Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın
ilâhî sınırlar karşısında gösterdiği hassâsiyet de takdîre şâyandır. O,
kalabalık bir cemaat önünde yaptığı yanlışı düzeltmeyi, bir gurur meselesi
hâline getirmemiş ve Allah Teâlâ’nın hükmüne bütün kalbiyle boyun eğmiştir.
Velhâsıl, sevgili dostlar mihir için maddî olarak alt sınır bulunmadığı gibi,
üst sınır da yoktur. Dileyen hanım, dilediği kadar mihir talep edebilir. Dileyen
de ilk başta verdiğimiz misaldeki gibi, sadece uhrevî bir kazancı, mihir olarak
talep edebilir.
Yine takdîre şâyandır ki, günümüzde de birçok
kıymetli kızımız, nikâhlarında dünyevî miktara ehemmiyet vermeyerek az bir
dünyalığa ilâveten, ekseriyetle hac ve umre masraflarını mihir olarak teklif
etmektedirler. Böylece kendilerine tanınan bu hakkı, mânevî bir kazanca
dönüştürme firâsetini göstermektedirler.
HAYIRLA KALIN ALLAH’A EMANET OLUN
ALLAH’IN SELAMI RAHMETİ BEREKETİ
MAĞFİRETİ ÜZERLERİNİZE OLSUN
CENABI HAK YAR VE YARDIMCINIZ OLSUN
ÇALIŞMALARINIZ BEREKETLİ İŞİNİZ MÜBAREK OLSUN
ARAŞTIRMACI İLAHİYATÇI EĞİTİMCİ YAZAR SALİH
KEBAPÇI
Twitter.com @Salihkebapcii Salihkebap1@gmail.com