Ebû Hüreyre radıyallahu
anh'den rivâyet edildiğine göre Resûlullahsallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur
"... İş, ehil
olmayana verilince kıyameti bekle"
Toplumda düzenin altüst olmasının en temel sebebini genel bir ifade ile ve pek özlü bir biçimde ortaya koyan hadisimizin, vürûd sebebi şöylece nakledilmektedir
Bir toplantıda Resûlulah sallallahu aleyhi ve sellem etrafındaki sahâbîlere birşeyler anlatırken, bir bedevî geldi ve
- Kıyâmet ne zaman
kopacak? diye sordu.
Resûlulah sallallahu
aleyhi ve sellem sözünü kesmeyip konuşmasına devam etti. (O
kadar ki) oradakilerden kimisi (kendi içinden) "Bedevîyi
işitti ama, sorusundan hoşlanmadı"; kimisi de " Galiba
işitmedi" diye durumu yorumladı. Derken Resûlulah sallallahu
aleyhi ve sellem, sözünü bitirince
-"O, kıyâmeti
soran nerede?" buyurdu. Bedevî;
-Benim, buradayım ya
Resûlellah! dedi. Bunun üzerine
Hz. Peygamber;
-"Emânet zâyi
edildi mi kıyâmeti bekle!" buyurdu. Bedevî;
-Emânet nasıl zâyi
olur? dedi. Resûlulah sallallahu aleyhi ve sellem de;
-" İş, ehil
olmayana verildi mi kıyâmeti bekle!" buyurdu.
İşin
ehil olanlara verilmemesi, cehaletin yaygınlığı ve ilmin ortadan
kalkmış olmasından ileri gelir. İşin aslını bilenlerin
bulunduğu bir ortamda ehil olmayanlara işlerin verilmesi normalde
düşünülemez. Ama ortalığı kesif bir cehalet kaplamış,
gerçekler ters yüz edilmiş ise, işler kapanın yani ehil olmayan
kimselerin elinde kalır. Bu da toplumlar için bir çeşit kıyâmet
demektir.
Hadîsi şerîfte,
işlerin ehil olmayanlara verilmesi, emânetin zâyii ve kıyâmet'in
kopma zamanı gibi üç önemli nokta ve tespit dikkat çekmektedir.
Ayrıca bir de Hz. Peygamberin, öğrenci-öğretmen, müstefti ve
müftî ilişkilerindeki usûlün ne olması gerektiğini gösteren
tavrı öne çıkmaktadır. Ancak biz bu davranışın ehemmiyetine
işaretle yetinerek diğer hususlar üzerinde durmak istiyoruz.
Hadisteki el-emr kelimesi,
din ile ilgili her işi ifade eder. Bu, "iş" olarak
birilerine tevdi edilen ya da birileri tarafından ortaya konulan
herşeyi içine alan bir tesbit olmaktadır. Devlet yönetiminden en
küçük kamu görevine kadar her türlü enerji, beceri ve ehliyet
isteyen işleri kapsamaktadır. Dolayısıyla el-Emr, şârih
Aynî'nin de belirttiği gibi, hilâfet ve kadılık
yanında, fetvâ'yı da içine almaktadır.
Bilindiği gibi mahiyeti
itibariyle fetvâ, dinin günlük hayata hakimiyetini, en
azından olayların akışı içinde dinî esaslar çerçevesinde
kalabilmeyi sağlayan dinamik, yetişmişlik ve ağır sorumluluk
gerektiren çok ciddî bir danışmanlık işidir. Nitekim bir başka
hadîsi şerîfte işin bu yönlerine şöylece dikkat çekilmiş
bulunmaktadır
"Allah Teâlâ, ilmi
insanlara lütfettikten sonra hâfızalarından zorla söküp almaz.
Ancak âlimleri ilimleriyle birlikte aralarından alır, geriye kara
câhil bir grup kalır. Halk bunlara mes'elelerini götürür, onlar
da kişisel görüşleriyle cevap verirler. Böylece hem halkı
saptırır, hem de kendileri saparlar."
Böyle bir durum, hiç
şüphesiz toplum ve ümmet bünyesinde nerede ise kıyâmete denk
ciddi sonuçlar meydana getirir. Ya da toplumu kıyâmet'e benzer bir
kargaşaya götürür. Bu korkunç sonucun asıl sebebi ise, ehil
olmayanların, Kitap ve Sünnet gibi dinî esaslara dayanmadan,
kişisel arzu ve istekleriyle halka din adına önderlik yapmaya
kalkmalarıdır. Aslında dinin Kitap, Sünnet ve İcma' gibi
temellerine dayanan görüşler, övülmüş ve makbul re'y ve
görüşlerdir.
Mutlak olarak re'y ve
kıyas kötülenmekte değil, dinin ana delillerine bağlılık
düşüncesinden uzak, böyle bir kaygı taşımayan kişisel
görüşler yerilmektedir. Bu da pek tabiîdir. Zira her sistemin ve
her dinin bir genel esprisi ve kıymet verdiği temelleri
bulunmaktadır. Bunlara uyulduğu ölçüde o çerçevede
kalınabilir. Aksi halde, kaynaklara uygun bir yaşayış ve gidişten
değil, bir çözülüş ve yok oluştan söz edilebilir.
İşin ehil olanlara verilmemesi, cehaletin yaygınlığı ve ilmin ortadan kalkmış olmasından ileri gelir. İşin aslını bilenlerin bulunduğu bir ortamda ehil olmayanlara işlerin verilmesi normalde düşünülemez. Ama ortalığı kesif bir cehalet kaplamış, gerçekler ters yüz edilmiş ise, işler kapanın yani ehil olmayan kimselerin elinde kalır. Bu da toplumlar için bir çeşit kıyâmet demektir.
Bu durumu bir de evrensel bir ilahî din olan İslâm ve onun müntesipleri müslümanlar için düşünecek olursak, felaketin boyutları bütün dehşetiyle ortaya çıkar. Bilindiği gibi aslında ilim, çözüm demektir. İlim ayakta ve önde olduğu sürece, işlerde mutlaka bir kolaylık bulunur. Çözümsüzlüğün ve çöküntünün asıl sebebi dış etkenleri bir tarafa bırakacak olursak bilgisizliktir.
Bu noktada "Bilmediğin şeyin arkasına düşme" ya da "Bilmediğin bir şeyi söyleme!" âyetini hatırlamak pek yerinde olacaktır. Zira bu âyetin bir anlamı da "Bilmediğin halde kendi re'yin ve zannın ile hüküm verme!" demek olmaktadır.
İmam Şâfiî, kıyâs'ı haber'den önde tutanlara "Bir şeyde anlaşmazlığa düştünüz mü onu Allah'a ve Resûlüne arzediniz!"âyetiyle karşı çıkmakta ve bu âyetin anlamının "Anlaşmazlık konusunda Allah ve Resûlünün ne buyurmuş olduğunu araştırın, ona uyun!" demek olduğunu savunmaktadır.
Beyhakî'nin rivâyetine göre Abdullah İbni Mes'ud radıyallahu anh şöyle demiştir "Kendisinden sonraki yılın daha kötü olmadığı hiç bir sene söz konusu değildir. Bununla önceki yılın bir sonrakinden daha bolluk veya önceki yöneticinin bir sonrakinden daha hayırlı olduğunu söylemek istemiyorum.
Ben, âlimlerin yok oluşundan bahsediyorum. Öyle ki iş, (en) sonunda her konuda kişisel görüşlerini öne süren insanlara kalır ve dolayısıyla İslâm yıkılır."
Hemen işaret edelim ki, ilmin yok oluşu alimlerin yok oluşu demektir. Nitekim bu hadisin bazı rivâyetlerinde bu durum açıkça "Âlimlerin yokluğu, ilmin ortadan kaldırılmasıdır" diye belirlenmektedir. Kabzu'l-ilm, raf'u'l-ilm hep zehâbu'l-ulemâ olarak gösterilmektedir.
Diğer taraftan işin ehil olmayanlara verilmesi, hadisimizden öğrendiğimize göre emânet'in zayi edildiğinin açık işâretidir. Böylece âlimlerin yok oluşu ile emânetin zayii arasında çok sıkı bir ilgi bulunmaktadır Emânet ise, maddî-manevî değer ve sorumlulukların hepsine birden verilen isimdir. Bu demektir ki emânet, ilme emânet edilmiştir. İlim kalmamışsa, emânet zayi edilmiş demektir. Bunun göstergesi ise, ehil olmayanların, ümmetin işlerini üstlenmiş olmalarıdır.
İşin
ehil olmayanlara verilmesi, hadisimizden öğrendiğimize göre
emânet'in zayi edildiğinin açık işâretidir. Böylece âlimlerin
yok oluşu ile emânetin zayii arasında çok sıkı bir ilgi
bulunmaktadır Emânet ise, maddî-manevî değer ve sorumlulukların
hepsine birden verilen isimdir. Bu demektir ki emânet, ilme emânet
edilmiştir. İlim kalmamışsa, emânet zayi edilmiş demektir.
Bunun göstergesi ise, ehil olmayanların, ümmetin işlerini
üstlenmiş olmalarıdır. Ehil insanların yetiştirilmesi, günün en büyük cihâdı, müslümanların en büyük başarısı anlamını taşımaktadır. Bu yapılabildiği ölçüde kıyâmet, bir anlamda ertelenmiş olacaktır
Âlim-câhil
Hadisin ifâdesinden öyle
anlaşılıyor ki, âlimlerin yok oluşu, genel anlamda bilgili
insanların yok oluşu demek değildir. Dinin temel kaynaklarını yani
Kitap ve Sünnet'i bilen, mes'elelere önce bu esaslar çerçevesinde
çözümler getirebilecek çapta alimlerin yok oluşu demektir. Câhil
ya da kara câhiller de hiç bir şey bilmeyenler değil, mes'elelere
dinî çözüm getirme usûl ve dayanaklarını bilmeyen, bu sebeple
de kafadan ahkâm kesen, herhangi bir bilimsel ölçüye uyma
ihtiyacı duymadan kendi görüşüne göre fetva veren, kısaca
kendisini tam anlamıyla şâri‘ yerine koyan haddini bilmezlerdir.
Bu tür câhilleri öne
geçirmek, onları başvuru kaynağı edinmek sebep olacağı
zararlardan dolayı yasaklanmış bulunmaktadır. Hatta fâsık bir
âlim de bu noktadan değerlendirilmiş, afif, haddini bilen bir
câhil ona tercih edilmiştir. Çünkü câhilin iffet ve takvâsı,
bilmediği halde konuşmasına engel olur ve kendisini araştırmaya
sevk eder. Fısk ise, cür'etkârlığın hem işâreti hem de
sonucudur.
İşe ehil insanların yetiştirilmesi, günün en büyük cihâdı, müslümanların en büyük başarısı anlamını taşımaktadır. Bu yapılabildiği ölçüde kıyâmet, bir anlamda ertelenmiş olacaktır. Şimdi İslâm'ı ve Müslümanları mes'ele edinme, daha bilinçli bir dinî yaşayışı yaygınlaştırma yani işi ehline verme zamanıdır.
اِنَّ اللهَ يَأْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا اْلاَمَانَاتِ اِلَى اَهْلِهَا وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ اِنَّ اللهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِهِ اِنَّ اللهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا
Allâh, size emânetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allâh, size böylece ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allâh, işiten (ve) görendir Nisa/58
Hulâsa,
emânetin ehline verilmemesi, kıyâmet alâmetlerinin en
mühimlerinden birini teşkîl etmekte olduğunu hiç bir zaman
unutmayalım ve aklımızdan çıkarmayalım inşallah
HAYIRLA
KALIN ALLAH'A EMANET OLUN
ARAŞTIRMACI
İLAHİYATÇI EĞİTİMCİ YAZAR HATİP (KONUŞMACI)
SALİH
KEBAPÇI Twitter.com /@Salihkebapcii Salihkebap1@gmail.com