Yüce dînimizin temel hedefi, insanların hem Allah ve insanlar ile, hem de diğer canlı-cansız varlıklar ve eşyâ ile ilişkisini “adl” üzere düzenlemektir. Kur’an’daki adl emriyle, her şeyi yerli yerine koymak, hak sâhibine hakkını vermek ve orta yolu izlemek kasdedilmektedir.
Temel
vasfı kulluk olan insanın diğer varlıklara karşı belli esâslar
çerçevesinde davranması ve insanlara ezâ verecek şeyleri ortadan
kaldırması îmânın gereği sayılmaktadır.
Nitekim
bir hadîste şöyle buyrulmuştur: “Îmân, yetmiş şu kadar
şûbedir. Bunun en yukarı derecesi Allah’tan başka ilâh yoktur
demek; en aşağı derecesi ise yolda insanlara ve diğer varlıklara
engel olan, eziyet veren şeyi ortadan kaldırmaktır.
İnsanoğlunun
en büyük zaafı, kendi nefsânî arzularına göre kural tanımadan
yaşama temâyülüdür. Çünkü insanın temel içgüdüsünde
na’linci keseri gibi sürekli kendine doğru yontan ciddî bir zaaf
vardır.
Allah
Teâlâ beşerî münâsebetlerin en somut biçimde yaşandığı
ticârî konularda vaz’ettiği temel esâslarla bütün sosyal ve
insânî münâsebetleri düzenleyecek kurallar koymuştur.
Nitekim
bu konudaki âyetlerde şöyle buyrulur: “Ölçtüğünüz zaman
tam ölçün ve doğru terâzi ile tartın. Bu hem daha iyidir, hem
de sonucu bakımından daha güzeldir.” “Ölçü ve tartıyı
adâletle yerine getirin.
İlk
âyette hükmün ölçtüğünüz zaman ifâdesi ile kayıtlanması,
eksik ölçmenin bir şey satma; yâni menfaat ilişkisi sırasında
oluşundandır. Satın alma sırasında bunu belirtmeye ihtiyaç
yoktur.
Nitekim
bir âyet-i kerîmede “Yazıklar olsun ölçü ve tartıya hile
karıştıranlara! Onlar insanlardan bir şey aldıklarında tastamam
ölçerek alırlar. Satarken ise eksik ölçüp tartarlar. Onlar
büyük bir günde hesap vermek için diriltileceklerini hiç mi
akıllarına getirmezler? O öyle bir gündür ki insanlar, âlemlerin
Rabbının katında dîvan duracaklardır.”
Aslında
dünyâ hayâtındaki sosyal münasebetlerin hepsi ticârete benzer.
Nasıl ki insanlar ticârette alırken ve satarken kazanmak hırsıyla
birtakım yanlışlara kapılıp hak ve adâlet terâzisini tam
olarak kullanmakta zorlanırlarsa,
aynı
şekilde beşerî münâsebetlerde de çıkarlarına âid husûslarda
kendilerini sürekli haklı görüp baskı kurarak karşısındakinin
hukukunu görmezden gelmek gibi yanlışlar yapmaktadır.
Adâlet
ve terâzi emrinden, insanlara rızâlarının olmadığı durum ve
konumlarda zulm ve gadretmenin Allah’a karşı bir isyân ve
sonuçta insanın kendi kendine yazık etmesi, anlaşılmaktadır.
Allah
Teâlâ’nın önümüze ticârî ilişkilerde ve beşerî
münâsebetlerde terâziyi ya da hak ve adâlet ölçüsünü dengeli
kullanma gereğini bir âhiret meselesi olarak koyması çok câlib-i
dikkattir.
Bu
dünyâda gadr ve zulm ile başkalarının hakkını gasbedenin,
hesap gününde çok ağır bedeller ödeyeceği hem Kur’an
âyetlerinin, hem de Hz. Peygamber’in hadîslerinin sıklıkla
vurguladığı konulardır.
Şu
hadîs, bu konudaki en çarpıcı örneklerden biridir. Allah Rasûlü
ashâbına: “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu.
Ashâb-ı kirâmdan bâzıları: “Bizim aramızda müflis, parasını
ve malını kaybeden kimsedir” dediler.
Bunu
üzerine Rasûlüllah (s.a.) buyurdu ki: “Şüphesiz ki ümmetimin
müflisi, kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevaplarıyla
gelir. Fakat ona buna sövmüş, kimilerine zinâ iftirâsı
yapmıştır. Bâzı kimselerin malını yiyip bâzılarının kanını
dökmüştür.
Kimilerini
de darbetmiştir. Böyle birinin iyiliklerinin sevapları hak
sâhiplerine verilince üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları
biter. Bu sefer hak sâhiplerinin günahları kendisine yükletilerek
cehenneme atılır. İşte müflis budur.”
Böyle
bir müflis kendisinden kul haklarının tahsil edildiği dehşetli
kıyâmet gününde amel defterine baktığında kazandığı ve
kurtuluşu için ümid beslediği sevaplarının silindiğini görecek
ve paralarını başkalarına kaptıran müflis tüccârın “servetim
ve paralarım” demesi gibi “amellerim ve sevaplarım” diyerek
üstünü başını parçalayacaktır. Bunların temelinde gaflet,
dikkatsizlik ve âhiret endişesinden uzak yaşayarak hak hukuk
tanımazlık vardır.
Kıyâmet
günündeki hesaplaşmanın dehşetini anlatan Allah Rasûlü’nün
yukarıdaki hadîsinden başka boynuzsuz koyunun boynuzludan hakkını
alacağı hadîsi de câlib-i dikkattir.
Sâdece
insanlar birbirlerine yaptıkları zulüm ve haksızlıklardan değil,
diğer varlıklar da kendi içlerinde ve insanlarla hakları
açısından hesâba çekileceklerdir.
O dehşet gününde
hayvanların birbirinden ve insanlardan haklarını aldıktan sonra
tekrar toprak olmalarına yönelik ilâhî emrin tecellîsi ardından
rabbânî hakîkatlere kapalı gözlerin ve küfürle mâlûl
kalblerin sâhiplerinin tahassürle uyanıp içlerinin burkulacağını
Kur’an şöyle haber vermektedir: “İnkârcı kâfir diyecek ki
keşke toprak olsaydım.”
İnsanların
amel defterlerinde günahlarının üç nev’î olarak tasnif
edildiği anlaşılmaktadır
İlk
sırada küfür ve şirk gibi günahlar yer alır ki bunlar asla
affedilmez.
İkinci
sırada Allah Teâlâ’ya karşı küfür ve şirk dışında
işlenen günahlar vardır ki bunlar affedilebilir.
Üçüncü
sırada ise kul haklarına karşı işlenmiş günahlar yer alır.
Bunlar asla karşılıksız bırakılmaz. Hak sâhipleri haklarını
almadıkça hesap işlemi tamamlanmaz.
Bu
konulardaki âyet ve hadîsler Müslümanların din kardeşleriyle
olan ilişkilerinde hak mefhumu konusunda duyarlıklarını
arttırmakta, ticârî ilişkilerden komşuluğa, borç
alışverişinden yolda yürüyüşe kadar hassâsiyet kesbetmesini
gerekli kılmaktadır.
Çünkü
takvâ ehli bir Müslüman, din kardeşinin haklarına saygı
göstermedikçe kendisini beşerî münâsebetler terâzisine hile
katmış sayar.
Çünkü
söz konusu âyetlerin doğru tartıp ölçmesini istediği terâzi,
sâdece kantar, gram ve metre değil, aynı zamanda adâlet ve insâf
terâzisidir.
Tevbe
ve istiğfarda kul hakkına taalluk eden günahın mutlaka hak
sâhibiyle helâlleşmek sûretiyle gerçekleşeceği kaydı, kul
hakkının tevbe ve istiğfar ile giderilemeyeceği gerçeğini ve
önemini anlatmaktadır.
Burada
şu ilkeyi göz önünde bulundurmak gerekir: “Affetmek büyüklük,
başkasının hakkını zâyi etmek ise zulümdür.” Allah Teâlâ
azamet ve kibriyâsına yakışır bir biçimde kulunun kendisine
taalluk eden haklarını bağışlar, ama huzûruna bir başkasının
hakkıyla gelen kimseyi ise hak sâhibinin hakkını zâyi etmemek
için- bağışlamaz.
Kur’an-ı Kerîm’deki: “Kim zerre miktarı
şer işlerse onun karşılığını görür” âyeti kul hakkına
taalluk eden günahları kapsamaktadır.
Kul
hakkının kapsamının genişliği sebebiyle Peygamberimiz bu konuda
duyarlılık göstermiş ve vefât hastalığı sırasında mescide
çıkıp minberden nasîhatler ettikten sonra halka hitâben: “Kimin
ben de bir hakkı varsa, altın ve gümüşün bir işe yaramadığı
günde, benden isteyeceğine şimdi çıkıp istesin” buyurmuştur.
Ayrıca
Allah Rasûlü cenâze namazları sırasında ölenin borcunun olup
olmadığını sorardı. Varsa borcun mîrâstan ödenmesini talep
ederdi.11 Bugün cenâzelerdeki helâllik geleneği asr-ı saâdetteki
bu uygulamaların bir devamı olsa gerektir.
Ancak
helâllik almada sâdece ritüel olarak helâllik almak yerine fiilen
de borcun ödenmesi gerekir.
Kul
hakkından sakınıp bu konuda duyarlılık sâhibi olabilmenin en
önemli etkenlerinden birisi kulun zulüm ve haramla rızkının
artmayacağına; sayısal olarak artsa bile bu tür bir artışın
genellikle musîbet ve felâketlerle elden çıkacağına ve kul
hakkının asla bereket getirmeyeceğine inanmakla olur. Bir
başkasının âhının olduğu maldan nasıl bereket ve huzûr
beklenebilir ki?
Allah
Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de hem kendisine küfür ve inkârda
bulunanlara, hem de kul hakkını ihlâl edenlere zâlim adını
vererek lânetlemiştir: “O gün bir melek herkesin duyacağı bir
sesle bağırıp haberiniz olsun ki Allah’ın laneti zâlimler
üzerinedir.”
Kul
hakkı konusundaki duyarlılıklar dünyevî hayâttaki huzûru
sağladığı gibi âhiret mutluluğunun da teminatıdır. Nitekim
eliyle, diliyle, gözüyle ve sözüyle başkalarını incitmenin kul
hakkına taalluk ettiğini bilen; eline, diline, gözüne ve gönlüne
sâhip olur.
Toplum
hayâtında her türlü imkânı başkalarını rahatsız etmeden
kullanabilme becerisi bu duyarlılığı kazanmaya bağlıdır.
Çünkü
başkalarını rahatsız etme endişesi taşımayan; yaptıklarının
başkalarını inciteceğini düşünmeyen kimse, kolaylıkla kul
hakkına giriverir. Başkasının apartmanın ve evinin önüne
rızâsı olmadan arabasını park ediverir.
Trafikte kuralların
kendisine vermediği hakları uyanıklıkla gasbetmeye çalışır,
önüne geçtiği ya da sıkıştırdığı insanların haklarını
ihlâl ettiğini düşünmez. Evinin saçağından ya da balkonundan
akan suyun başkasının bahçesine ya da arabasına zarar vermesini
önemsemez.
Bizde
kul hakkı denilince genellikle doğrudan başkasının malına ve
canına taalluk eden haklar ile onlara verilecek zarar hatıra
gelmektedir.
Oysa
ki kul hakkının içine insanları incitebilecek her türlü
davranış girmekte; sözden, bakış ve sû-i zanna kadar hepsi bu
kapsam içinde yer almaktadır. Hattâ çevreyi, ekolojik dengeyi
korumaya riâyet etmeyen; suya, havaya ve toprağa iyi davranmayan
insanları bile aslında bu kapsam içinde görmek gerekir.
Bâzen
farkında olarak, bâzen farkında olmadan gaflet ve dalgınlıkla
irtikâb edilen bütün bu yanlışlar, insanlar için bir âhiret
problemidir. Amellerin tartıldığı hesap gününde insanları
mânen iflasa götürüp müflis duruma düşürebilir.
Müflis
olmaktan kurtulmanın yolu Allah’a karşı muhlis bir kul,
insanlara karşı mûnis bir dost ve arkadaş olarak kul hakkına
riâyetten geçer
DİPNOTLAR
Nahl,
16/90. Müslim, Îmân, 58. Ayrıca bkz. Buhârî, Îmân, 3; Ebû
Dâvûd, Sünnet, 14; Neseî, Îmân, 16; Tirmizî, Birr, 80; Îmân,
16; İbni Mâce, Mukaddime, 9. İsrâ, 17/35. Hûd, 11/85.
Mutaffifîn, 83/1-6. Müslim, Birr, 59. Ayrıca bkz. Tirmizî,
Kıyâmet, 2.7 Müslim, Birr, 60; Tirmizî, Kıyâmet,
2;Ahmed,Müsned, II, 235, 323, 372, 411. Nebe, 78/40.Zilzâl, 99/8.
Buhârî,Mezâlim, 10, Rikâk, 48.11 Mevsılî,el-İhtiyâr, V, 85,
86. A’râf, 7/44.
Hayırla
Kalın Allah'a Emanet Olun
Araştırmacı
İlahiyatçı Eğitimci Yazar
Salih
Kebapçı Twitter.com / @Salihkebapcii-Salihkebap1@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder