Kıymetli
Dostlar
Aziz Ve Asil Kardeşlerim
Kur’ân-ı
Kerîm, insanlara Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş bir saadet
ve iki dünya kurtuluş mektubudur. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm,
insanları nasıl daha iyi insan olacakları, bu iki dünya
mutluluğuna nasıl kavuşacakları hususunda rehberlik eder.
Tek
cümleyle ifade etmek gerekirse, insanın Allah’la, kendisiyle,
başka insanlarla ve kâinâtla nasıl bir irtibat kuracağını
düzenler. Başka bir ifadeyle Kur’ân, insana kendisini ve
yaşadığı/yaşayacağı dünyayı tanıtır. Bunu yaparken onun
ihtiyacı olan her şeyi eksiksiz olarak kendisine verir.
Dolayısıyla
Kur’ân-ı Kerîm’i kendisine rehber edinen, onun ışığında
kâinâta, hâdiselere, insanlara bakan başka bir rehbere ihtiyaç
duymaz. Bu cümlemizden, peygamberlerin “örnek olma” vasfını
göz ardı ettiğimiz veya sadece Kur’ân-ı Kerîm üzerinde
yapılan dil ve edebiyat vb. araştırmaların insanı teknoloji ve
bilimde ileri götüreceği mânâsı çıkmamalıdır. Kur’ân-ı
Kerîm, insanın hayat anayasası gibi, temel umdelere işaret eder.
Bu
mânâda peygamberlerin, bilhassa Peygamber Efendimizin “üsve-i
hasene” oluşuna ve onlara vahiy çerçevesinde indirilmiş pratik
hayat ölçülerinde tereddütsüz ve pazarlıksız uyulmasına da
işaret eder; kâinâta tefekkürle bakıp onu ihyâ, îmar ve tezyin
etmeye de
Kur’ân-ı
Kerîm, daha önce indirilmiş ve insanlar tarafından değiştirilerek
tahrife uğramış, hükümleri artık rafa kalkmış (nesh edilmiş)
ilâhî kitap ve suhuflardan insanları müstağnî kılar.
Onların
varlığını tasdîk etmekle birlikte, artık hükümlerinin
geçersiz olduğunu ve dinin Kur’ân-ı Kerîm’le kemâle erip
tamamlandığını bildirir. Bu noktadan sonra geriye dönüp bakmak,
eski ilâhî dinlerin (şer’u mâ kablenâ) peşinde koşmak,
insandan kabul edilmeyecektir. Çünkü Allah katındaki tek geçerli
din, İslâmiyet’tir.
Değerli
Dostlar
Bu
çerçevede, Kur’ân-ı Kerim’in neler anlattığına da kısaca
göz atacak olursak; onun en temel meselelerinin îman, ibadet,
muâmelât ve güzel ahlâk olduğunu tesbit edebiliriz. Ayrıca
devletler hukuku, bir devletin nasıl yönetileceği, ukubât (cezâ
hukuku), savaş ve barışla ilgili pek çok âyet-i kerîmeye de
rastlarız.
O
hâlde Kur’ân, sadece kul ile Allah arasında, başka bir ifadeyle
evle mescid arasında yaşanacak bir din vaz’ etmez. Bu yüzden
Kur’ân-ı Kerîm’in öğrettiği İslâm, vicdanda yaşanan,
kişiyle Allah arasında ve îman-güzel ahlâktan ibaret “lâik”
bir din de değildir.
O,
hayatın içinde, her ân her şeyi gören, bilen, her şeye
hükmeden, her şeyi her ân idare ve terbiye eden, yaşatan ve
öldüren bir “Rab”den haber verir.
Mü’minler,
böyle bir “Rabb”in hükümlerini öğrenip yaşamak; hayata
geçirip yaşatmak zorundadırlar. Bu, onların îmanının
gereğidir.
Kur’ân-ı
Kerim’in her âyetinde, Allâh’a giden bir irtibat (link) vardır.
Allah, kâinâtı ve insanı var eden tek ve mükemmel yaratıcının
“özel adı”dır. Bunun dışında pek çok isim ve sıfatı
bildirilen Allah, müteâldir. Yani bütün üstün (kemâl)
sıfatlarla muttasıf; bütün eksik, hata ve noksanlardan uzaktır.
O,
kız veya erkek evlat edinmemiş, bir anne-babası olmayan, sonradan
meydana gelmemiş ve varlığının nihayeti bulunmayan Rahman’dır.
Bütün zıt sıfatlar, onda toplanır. O, hem yaratan, hem
öldürendir. Hem hidâyete erdiren, hem de dalâlete (sapıklığa)
sevk edendir.
İlim,
hikmet, kudret vb. birçok sıfata sahip olduğu gibi, “istediği
gibi hükmetme” hak ve selâhiyetine sahiptir. İnsanların
toplanıp yaptıklarından hesaba çekilecekleri “din gününün
sahibi”dir.
O,
melek, cin ve insanları yaratmış, onların her türlü ihtiyacını
karşılayan, duâlara icâbet eden, bilinen ve bilinmeyen bütün
“âlemlerin Rabbi”dir. Kendisinin benzeri, ortağı, yardımcısı,
vekili yoktur.
O
dilediği kulunu (melek, insan vb.) çeşitli vazifelerle
vazifelendirir; dilerse onlar eliyle kâinâtı sevk ve idare eder.
Dilerse, tek başına “Ol!” demek sûretiyle her şeyi
yaratabilir. Mutlak güç ve kudret O’ndadır.
Her
şey O’nundur ve işler dönüp dolaşıp O’na varır. Hiçbir
şey O’na benzemez, O’nun var olması ve varlığını devam
ettirmesi için hiçbir şeye ihtiyacı da yoktur.
Allah,
insanları hidâyete ulaştırmak ve kendisini tanıtmak için suhuf
(sahife) ve ilâhî kitaplar göndermiştir. Bunu Cebrâil adında
bir melek vasıtasıyla insanlar arasından seçtiği nebî ve
rasûllere teslim etmiş; bu peygamberler de hem bizzat îman edip
tatbik etmek sûretiyle bu ilâhî emirleri hayata geçirmiş, hem de
insanlara bu vahiylerin nasıl uygulanacakları hususunda örnek
olmuşlardır.
Gayb
dediğimiz, kendi imkân ve ölçülerimizle bilemediğimiz bir âlem
vardır. Melekler, cinler ve kıyâmet, cennet, cehennem gibi ileride
karşımıza çıkacak hâdiseler; bu gayb âleminin birer
parçasıdır. Biz, vahiy ve peygamberlerin tebliğleri ile bu
âlemlerden haberdar olduk. Onların anlattığı kadarıyla bu
âlemin özelliklerini bilir ve îman ederiz.
Aziz Kardeşlerim Kur’ân-ı
Kerîm’in üzerinde durduğu en temel inanç esaslarından birisi
de âhirete îmandır. Âhiret günü, ölümle tamamlanan dünya
hayatından sonra başlar. Kişiler, kıyamet kopana kadar mezarda
“kabir hayatı” yaşarlar. Ardından İsrâfil -aleyhisselâm-’ın
üflediği sûrla ikinci ve sonsuz bir hayat başlar.
Bu
hayat, insanların dünyada yaptıklarının ortaya konduğu o çetin
hesap gününün ardından başlar ve bu noktadan sonra, yol ikiye
ayrılır:
İnsanların
bir kısmı, yaşadıkları güzel hayat neticesinde sevapları ağır
basar bir vaziyette sağ ve ön tarafından “amel defterleri”ni
alırlar ve sonsuz mükâfât yurdu olan cennete giderler.
İkinci
gruptaki insanlar ise, Allâh’ı inkâr etmeleri, günahlara
batmaları ve insanların haklarını gasb etmeleri sebebiyle “amel
defterleri”ni sol ve arka taraflarından alırlar ve cehenneme
sürüklenirler.
Burada
bitmez tükenmez bir azab ve cezâlandırma vardır. İçten Allâh’a
inanmayıp da kendisini mü’minlerin arasında saklayan
“münâfıklar” ile “kâfirler” bu cehennem azâbından
hiçbir şekilde kurtulamazlar.
Mü’minlerden
günahkâr olanlar da cehenneme girer, fakat onların azapları
sonsuza kadar devam etmez. Ateş, onların günah kirlerini
temizledikten sonra cennete kavuşurlar ve orada sonsuza kadar
kalırlar.
Kur’ân-ı
Kerim, Allâh’a boyun eğilerek, O’nun rızâsı gözetilerek
yapılan her hayırlı işin “sâlih amel” ve “ibâdet”
olduğunu öğretir. Ancak namaz, zekât, oruç, hac ve benzeri
birtakım ibadetlerin günü, saati ve belirli özellikleri vardır.
Bu
ibâdetlerin bütün vasıfları, Kur’ân-ı Kerîm’de yer almaz.
O, bazen teferruat kabîlinden birtakım prensiplere (abdest,
teyemmüm vb.) girmekle beraber uygulamanın nasıl olacağını
Peygamber Efendimizin tatbikâtına bırakmıştır.
İnsanların
birbiriyle münâsebetlerini düzenleyen birtakım kaideler de
Kur’ân-ı Kerîm’in ele aldığı konulardandır. Mü’minlerin
kendi arasındaki muâmeleleri, güzel ahlâk esasları, evlilik,
boşanma, miras, ticâret vb. hükümlerin yanı sıra; mü’minlerin
gayr-ı müslimlerle muâmeleleri hususunda da ölçüler
konulmuştur.
Kur’ân-ı
Kerîm’in âyetlerinin bir kısmının Müslümanların zayıf
olduğu Mekke döneminde, bir kısmının da devlet ve
hâkimiyetlerinin bulunduğu Medîne döneminde indirildiği göz
önünde bulundurulduğunda; bu hükümlerin tatbiki, kıyamet gününe
kadar devam etmektedir.
Müslümanlar,
zayıf ve çâresiz olduğu dönemlerde, Mekkî âyet ve sûrelerin
hükümleri daha çok öne çıkar; güç ve iktidara kavuştukları
dönemlerde ise, Medenî âyetlerin tatbik edilmesi daha büyük önem
arz eder.
Ancak
Kur’ân-ı Kerîm tamamlanmış bir kitaptır. Dolayısıyla biz
Mekke dönemi şartlarını yaşıyoruz, o hâlde Medenî âyetlerin
(içki, kumar, cihad, fâiz vb.) hükmü bizim için geçerli
değildir, diyemeyiz. Bu, sadece uygulamada tedrîcîlik (kademe
kademe ilerleme) ilkesinin insan fıtratına ve hayat şartlarına
(maslahata) uygun tatbik edilmesi demektir.
Kur’ân-ı
Kerim’in üzerinde durduğu en önemli esaslardan birisi de
“insanın iç dünyası” yani psikolojisidir. Onun kalbindeki
cimrilik, kıskançlık, hased, acelecilik vb. hastalıkların
neticeleri âdeta bir laboratuar titizliğinde ele alınır. Mü’min,
kâfir, fâsık, münâfık gibi çeşitli şahıslar üzerinden;
insanın iç dünyası tahlil edilir.
Kevnî
âyetler adı verilen; güneş, ay, yıldızlar, yeryüzündeki
dağlar, bitkiler, hayvanlar ve Allâh’ın kâinâtı idare ederken
kullandığı değişmez prensipler (âdetullah, sünnetullah)
Kur’ân-ı Kerim’in diğer önemli mevzuudur.
O,
bunları müsbet ilimlerin tekniği ile deney ve araştırma yapmak
tarzında değil, Allâh’ın varlığının işaretleri (âyetler)
olarak ele alır. İnsanlara, yaşadıkları bu çevre üzerinden
ibret ve tefekküre götüren dersler verir.
Cenabı
hak kuranı kerimi en güzel şekilde rabbimizin kelamını okumayı
öğrenmeyi anlamayı yaşamayı ve neslimize yaşatmayı cümlemize
nasip eylesin inşallah
Hayırla
Kalın Allah'a Emanet Olun
Araştırmacı
İlahiyatçı Eğitimci Yazar
Salih
Kebapçı Twitter.com/@Salihkebapcii
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder