Bizler, malı meşrû yollardan kazanmakla mükellefiz
ve meşrû yerlere sarfetmeye de mecbûruz. Ârif bir tüccâr, dünya ticâretini
devâm ettirirken daha büyük olan âhiret kazancını yâni ticâreten len-tebûr’u ihmâl etmeyecek,
ebedî saâdeti düşünüp ilâhî yoldan ayrılmayacaktır.
Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- buğday satan bir adama rastladı.
Satıcıya:
“–Nasıl satıyorsun?” diye sordu.
Adam da
kendince anlattı. O esnâda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:
“–Elini
onun (buğdayın) içine daldır!” diye vahy (işâret) edildi.
Allâh
Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de elini daldırdı ve buğdayın ıslak
olduğunu gördü. Bunun üzerine:
“–İnsanların görmesi için ıslak olanı üst tarafına
koysaydın ya! Aldatan bizden değildir.” (Müslim,
Îmân, 164) buyurdu.
Hadîs-i
şerîfte ifâde edildiği üzere İslâm iktisâdî sistemi, ticâretin temelini
doğruluk ve dürüstlükle ferd ve cemiyete hizmet anlayışı üzerine kurmuştur.
Malın,
üreticiden tüketiciye intikâli demek olan ve sermâye kadar gayreti de gerektiren,
üstelik kâra olduğu kadar zarâra da dönüşme ihtimâli bulunan ticârî faâliyet,
malın, fâidesini artırdığı cihetle helâl kılınmış, hattâ teşvîk edilmiştir.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek lisânından, “Kazancın onda dokuzunun ticârette olduğu…”(
Suyûti, el-Camiu’s-sağîr)
husûsunun ifâde edilmesi düşünülürse, bu teşvîkin derecesi daha kolay
anlaşılabilir. Diğer taraftan İslâm inancının dayandığı beş temel amelî esâsın
hac ve zekât gibi en ehemmiyetli iki tanesi, zengin olan mü’minlere mahsustur
ki, bunlar da aynı zamanda meşru yoldan zengin olmanın teşviki mâhiyetindedir.
Hadîs-i şerîfte ifâde buyrulan:
“Veren el, alan elden üstündür.” (Buhârî, Zekât, 18) şeklinde verici olmaya
yönlendiren hüküm de, bu istikâmette değerlendirilebilir.
İSLAM ÜMMETİNİN FİTNESİ
Bununla
beraber mal ve serveti elde etmenin en önemli vâsıtası olan ticârette:
“Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin
fitnesi maldır.” (İbn-i
Hanbel, IV, 160) hadîs-i şerîfi akıldan çıkarılmamalıdır.
Zîrâ ticâretteki
para kazanma ihtirâsı, nefsin zebûnu olduğu korkunç handikaplardan biridir.
Muhteris kimse, bir testiye benzer; karnı dolsa da ağzı kapanmaz. Hâlbuki bir
testiye deryâlar boşaltmaya kalksan, istiâbından fazla ne alabilir? Yine
muhteris, bir ocak, soba veya mangal gibidir ki, ona odun ve kömür gibi
yakacaklar yığıldıkça, işbâ hâline gelip sönmez; bilakis alev ve harâreti
artar. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhteris insanı şöyle
ifâde buyurur:
“Âdemoğlunun iki dere dolusu malı olsa bir
üçüncüsünü ister.Ademoğlunun içini/karnını topraktan başka bir şey
dolduramaz.” (Buhârî,
Rikâk, 10; Müslim, Zekât, 116)
Bu
düşkünlüğü dolayısıyla insanoğlunun ticârette yaptığı hîle ve düzenbazlıkların
haddi hesabı yoktur. Bu yüzden nice kavimler batmıştır. Yine de bu dünya
akıllanmayan nice gaflet yolcularıyla doludur. Sınırsız zenginlikleri
dolayısıyla infak, zekat ve muhtelif hayr u hasenât ile fakir, garip, kimsesiz,
dul, yetim ve muhtaçları gözetecekleri yerde onların haklarını bir vampir iştahıyla
gasbedenler tarih boyu hiç eksik olmamıştır…
Dîn,
rûha bir yük durumundaki bedene saâdet ve rahatlık getirmek dâvâsında değildir.
Bilâkis rûhu, insanın bedenî ve nefsânî yönüne hâkim kılmak dâvâsındadır.
Ticâret, bir merhaleden sonra nefslerimize ve hırslarımıza gem vurmak olmalı
ki, haddi aşıp dünya ve âhiret bedbahtı olmayalım… Tüccarı vurguncu, kontrol
organları hırsız ve rüşvetçilerle dolu bir cemiyet bünyesinde huzur aramak boş
bir hayal olur…
Cenâb-ı
Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de kıyâmete kadar gelecek ümmetlere ibret olması için Şuayb
-aleyhisselâm-’ın kavmi olan Medyen ve Eyke halklarının helâkinin, ticâret
ahlâklarının son derece bozulmuş olması sebebiyle gerçekleştiğini
bildirmektedir. Onun için ticârette sahtekârlık yapılıp haram yenmesi, zayıfların
ezilmesi, bir kavmin helâkine sebeb olacak kadar ağır bir cürümdür. Allâh
Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Altın ve gümüş paranın, kibir ve gurur taşıyan
elbisenin kulu olan helâk olsun!.. Çıkar düşkünü (muhteris) kişiye (dilediği)
verilirse memnun olur, verilmez ise râzı olmaz (ilâhî taksim ve takdîre isyan
eder).” (Buhârî,
Rikak,10; Cihad, 70; İbn Mâce, Zühd, 8)
İSLAM TİCARET AHLÂKI NASILDI?
İslâm’a
göre; alıcı ve satıcı, bir mal alırken onu kasten yermemeli, satarken de
değerinden üstün gösterecek ifâdeler kullanmamalıdır. Muhâtabın zaafından
istifâde ederek fiyatlarda teâmülün (fiyat standardının) üzerine çıkmamalıdır.
Gabn-i fâhiş’e (kandırmaya) girmemeli, karaborsa, fâizcilik, tartı ve ölçüde
hîle yapmamalı, yemîn etmekten kaçınmalı, toplumun zararına olan haram malları
alıp satmamalıdır.
Ticâretin
kâidelerini Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ne güzel
koymuştur:
“Ey
tâcirler topluluğu! Şüphesiz şeytan ve günah alışverişe karışır. (Vâkî olan
yemin, lüzumsuz sözler vs. için kefâret olmak üzere) ticâretinizi sadaka ile
karıştırınız (temizleyiniz)!
Tüccârlar
kıyâmet günü fâcirler (günahkârlar) olarak diriltileceklerdir. Ancak Allâh’a
karşı takvâ sâhibi olanlarla, iyilik, dürüstlük ve doğrulukta bulunanlar
müstesnâ…” (Tirmizî, Büyû, 4)
“Satış
esnâsında yemîn, mala revaç verirse de paranın bereketini giderir.” (Buhârî,
Büyû’, 26)
Malının
değerini bilmeyen bir satıcıya malının değerini bildirmek îcâb eder. Onun
bilgisizlik, tecrübesizlik ve saflığından istifâdeye kalkışmak, gabindir
(kandırmadır). Gönlünde Allâh korkusu ve O’nun rızâsını kazanma gâyesi olanlar,
bu hususta son derecede titiz ve hassas olurlar. İmâm-ı Âzam Hazretleri,
kendisine satın alması için ipekli bir elbiselik getiren kadına malının
fiyatını sormuştu. Kadın:
“–Yüz
dirhemdir, yâ İmâm!” deyince itiraz etti:
“–Hayır,
bu daha fazla eder…” buyurdu.
Kadın
şaşkınlıkla yüz dirhem artırdı. İmâm-ı Âzam yine kabul etmedi. Kadın yüz dirhem
daha artırdı, sonra yüz dirhem daha… İmâm-ı Âzam:
“–Hayır,
bu dörtyüz dirhemden de fazla eder.” deyince kadıncağız:
“–Yâ
İmâm! Siz benimle alay mı ediyorsunuz?” demekten kendini alamadı.
Bunun
üzerine İmâm, kadının, malın gerçek fiyatını öğrenmesi için işten anlayan
birini çağırttı. Gelen kişi, elbiseliğin fiyatını beş yüz dirhem olarak belirledi
ve İmâm-ı Âzam onu bu fiyattan satın aldı.
Zîrâ o
biliyordu ki, doğruluktan ayrılmak, malların ayıp ve kusurlarını saklamak,
bilhassa ölçü ve tartıya dikkat etmemek, insanı çok hazin neticelere dûçâr eder